YAZARLAR VE MEDYA
Saygıdeğer katılımcılar,
Değerli meslektaşlarım,
Değerli basın mensupları,
Hepinizi sevgi ve saygılarımla içtenlikle selamlıyorum.
Bugün burada, yazınımızın
ve iletişimin kesişim noktasında duran çok önemli bir başlık üzerine konuşmak için toplandık: Yazarlar ve Medya.
Bir yazar; düşünceyi , imgeyi duyguyu kalemle biçimlendiren kişidir. Medya ise; bu düşünce, imge ve duyguları geniş kitlelere taşıyan güçlü bir aynadır. Bu iki alan, farklı kulvarlarda yol alsa da aslında aynı amaca hizmet eder: Toplumu aydınlatmak, bilinç uyandırmak, çağın ruhunu kayda geçmek.
Yazar sözcüklerle dünyalar kurar, medya o dünyaları görünür kılar.
Yazar sorar, medya o soruyu kamuoyunun gündemine taşır.
Yazar bazen bir isyandır, bir vicdan çağrısıdır; medya bu çağrının yankısıdır.
Ancak burada önemli bir denge vardır:
Medya, yazarı yüceltirken onu ticarileştirmemeli;
Yazar, görünürlük uğruna kaleminin özgürlüğünden ödün vermemelidir.
Bugün medya dünyası hızla dijitalleşiyor. Artık yazarlar salt kitaplarla değil; köşe yazılarıyla, bloglarla, sosyal medya paylaşımlarıyla, seslerini duyuruyorlar. Bu, bir anlamda özgürleştirici. Ama aynı zamanda dikkatli olunması gereken bir durum. Çünkü görünür olmak, her zaman değerli olmak anlamına gelmiyor.
Değerli dostlar,
Toplumların sesi kısıldığında, önce yazarlar konuşur.
Basın susturulduğunda, yazın ve sanat devreye girer.
Ve ikisi bir arada sustuğunda, karanlık başlar.
O nedenle yazarların, medya ile sağlıklı, bağımsız ve saygılı bir ilişki kurması bir zorunluluktur. Medya da yazarı salt bir “haber malzemesi” değil; bir düşünce insanı, bir düşünce üreticisi olarak görmelidir.
Unutmayalım:
Bir kitap bir toplumun vicdanı olabilir.
Bir köşe yazısı bir halkı ayağa kaldırabilir.
Bir haber bir kalemi ateşleyebilir.
Bir tümce tarihi değiştirebilir.
Yazın, salt güzel tümcelerin süsü değildir.
Yazın; bir halkın sesi, bir toplumun aynası, bir çağın belleğidir.
Nazım Hikmet, hapis duvarlarından sızan güneş gibi umut oldu bu ülkeye.
Yaşar Kemal, Çukurova'nın bereketli topraklarından tüm dünyaya Anadolu gerçeğini haykırdı.
Oğuz Atay, bireyin yalnızlığını ve sisteme karşı sessiz isyanını kâğıda döktü.
Bir roman, bir öykü ya da bir şiir…
Kimi zaman içimizde tanımlayamadığımız duygulara sözcü olur.
Kimi zaman bizi bize anlatır; unuttuklarımızı anımsatır.
Ve kimi zaman da karanlığa tutulmuş bir fener gibi yolumuzu aydınlatır.
İşte bu yüzden, yazarlar sadece yazınsal yapıt üretmezler; kültürel bellek oluştururlar.
Ve bu bellek ; kimi zaman yıllar sonra dönüp baktığımızda bize gerçeği, cesareti ve vicdanı anımsatır.
Basın ise bir toplumun gözüdür, kulağıdır, vicdanıdır.
Özgür basın yoksa, demokrasi yalnızca bir sözcük olarak kalı
Gerçeğin üstü örtülürse, halk kandırılır; adalet susarsa, haksızlık büyür.
Bugün dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de basın özgürlüğü sık sık tartışma konusu oluyor.
Sansürler, oto sansürler, medya tekelleşmesi, çıkar ilişkileri...
Gerçekleri yazmak cesaret istiyor.
Oysa ki basının görevi cesur olmak değil, doğruyu söylemektir.
Ama ne yazık ki, doğruyu söylemek bile artık bir cesaret örneği sayılıyor.
Basın özgürlüğü, salt gazetecilerin konusu değildir.
Bu özgürlük, bir toplumun kendini sorgulama, öğrenme ve değiştirme hakkıdır.
Yazın ve sanat özgür değilse düşünce kurur.
Basın özgür değilse gerçekler susar.
Ama ikisi bir araya geldiğinde:
Bir ulus uyanır.
Bir halk bilinçlenir.
Bir ülke soluk alır.
Bu nedenle;
Kalem tutan her elin, mikrofon uzatan her yüreğin,
sorumluluğu büyüktür.
Bugün burada bir kez daha altını çizmek isterim ki:
Yazın ve medya , umudun dilidir.
Basın, gerçeğin sesidir.
Ve bu iki alanın susturulmasına asla izin vermemeliyiz.
Sözlerime son verirken diyorum ki:
Yazarlar sustuğunda toplum sessizleşir,
Medya yönünü yitirdiğinde gerçek bulanıklaşır.
Ama ikisi bir arada özgürce soluk alırsa;
İşte o zaman toplum da özgürce konuşabilir, düşünebilir, gelişebilir.
Katkılarınız, düşünceleriniz ve varlığınız için teşekkür ederim.
Kaleminiz keskin, sesiniz gür, vicdanınız sürekli diri olsun.
Zeki BAŞTÜRK