TOPLUM, ÜLKELER , ÇAĞIMIZ VE ÇEVRE
Kemal Solak
Gazi Eğitim Fakültesi Biyoloji Eğitimi Anabilim Dalı emekli öğretim üyesi
(2009 da yazılmıştır, rakamlara dikkat)
İçinde yaşadığımız çağ, içinde bulunduğumuz ortam, üzerinde yaşadığımız yerküre ve biz ülke olarak, birey olarak bütün unsurla sıkı bir etkileşim halindeyiz. Durum ülkeler içinde böyledir. Hangi ülke olursa olsun, Türkiye dâhil, içinde yaşadığımız dünyanın ve başka ülkelerin ve kendi olayları dışındaki her türlü olayların etkisi altındadır. Yani yalnız başına değiliz. Küresel ısınma ve onun getirdikleri ve götürdükleri ile kazanım ve kayıplar, ürün artışı,azalışı, kuraklık, seller, depremler, fırtınalar ve yangınlar ortak etkileşim unsurları olacaktır.
Bu çağa iletişim devrimi ile gelinmiş bilgi çağı diyoruz. Ama iletişim devrimi dünyayı küçültmüş, bir uzay küre haline getirmiş; dünyanın her köşesinde yaşayan insanları birbirine daha çok yakınlaştırmış, daha çok kader birliği içerisine sokmuştur. Eğer dünyanın herhangi bir yerinde barış bozulursa, dünyanın başka yerleri bundan etkileniyor, en uzak bir yer olsa bile bundan kaçamıyor. Dünyanın herhangi bir yerine bir hastalık çıkmışsa yine dünyanın her yeri bundan etkileniyor. Kuş gribi, deli dana hastalığı, SARS virusu geçmiş bir zaman diliminde herkesi tedirgin etmişti. Bugünde öyle. Çernobil nükleer kazası da aynı etkiyi yaratmıştı. Halen içinde bulunduğumuz ve salgınlaşacağı söylenen “DOMUZ GRİBİ” tedirginliği ortak hayatın sonucudur. Velhasıl bugünkü devirde insanlar birbirine daha çok yaklaşmış, bu yaklaşma mecburiyetinin doğurduğu beraberlikleri düzenleme, prensiplerini oluşturma arayışı hasıl olmuştur. 21. Yüzyılın başındayız, bu yüzyıla 20. Yüzyılı kapatarak geldik. Bu yüzyıla baktığımız zaman , bu çağda ortam hakkında çok kısa bir muhasebe yapmak istiyorum.
20. yüzyıl iki büyük savaşın, sıcak savaşın; bir tane de soğuk savaşın yapıldığı kanlı bir yüzyıldır. 60 milyon insanın hayatını savaşlarda yitirdiği, bilhassa uygar ülkelerin birbirini tahrip ettiği , yaptıklarını yıktığı , şehirleri harap ettiği ve ülkelerini göçürdüğü bir yüzyıldır. Bu yüzyıl soğuk savaşla devam etmiş; soğuk savaşta bir yerde büyük bir ideolojik kavgasının neticesi olarak ortaya çıkmış bulunan Sovyet sistemin çökmesiyle neticelenmiştir. 20. Yüzyıl içerisinde büyük ideolojik kavgalar var. Bu ideolojik kavgaların temelinde insanlar nasıl idare edilmelidir? Dünyada hangi çeşit bir rejim geçerli olmalıdır? Faşizm mi olmalıdır, kominizim mi olmalıdır, krallık mı olmalıdır, demokrasimi olmalıdır, diktatörlük mü olmalıdır, imparatorluk mu olmalıdır? Bütün bunların tartışıldığı, çalkalandığı yüzyıldır; aslında bunlar karara bağlanmamışsa, dünyanın sükun ve huzur bulması mümkün değildir. İşte 20. Yüzyıl bütün bu ideoloji kavgalarının büyük ölçüde sona erdirildiği, tasfiye olduğu yüzyıldır. Glastnost ve Perestroyka ile Sovyet sisteminin çökmesi sonucu, Komünizm büyük ölçüde tasfiye olmuş, demokrasi taraftarları zaten çoktan faşizmi ortadan kaldırmışlar ve bugünkü dünya daha çok demokratik dünya olarak şimdilik idari bir eksene oturmuştur.

20. yüzyıl büyük keşiflerin yapıldığı bir yüzyıldır. Bu yüzyılın başı ile sonu arasında, her alanda hekimlikte, mühendislikte, çevrecilikte, teknolojiye uyarlanabilecek pek çok keşif yapılmıştır. Rekombinant DNA teknolojisinin uygulandığı Biyolojik silahlar, çekirdek parçalanmasının sonucunda ortaya çıkarılan Nükleer silahlar keşiflerin ürünüdür. Bu keşifler bir yerde insanoğlunun refahına hizmet ederken bir yerde de yine insanoğlunun ızdırap çekmesine sebep olmuştur, birer savaş aleti olarak kullanılmıştır.
Ortalama ömür, 1965’ten 2005 yılına kadar geçen 50 sene zarfında 20 yıl artmış, yaş ortalaması 45’ten 65 yaşına çıkmıştır. Bu konuyu biraz açmak isterim.İçinde bulunduğum dönem “yaşlılık sendromu ile adeta işe yaramaz insan” imajını aşamamış bir sistemin kurbanı edildiğim “ emeklilik adıyla dışlandığım” bir patolojik durumdur.Enerji ile tecrübenin bir araya getirilmesi göz ardı edilmiş; bugünkü elektronik ortamın diliyle her şeyin toplum ihtiyacına göre yeniden düzenlenmesi anlamına gelen “update-güncelleme” olayının yok sayıldığı sadece bize has bir endemizm yaşamaktayız.166 üniversitesi olan bu toplum en ihtiyaçlı zamanda öğretim kademesinin en üstündeki insanını, kendi yetişmişliğini değil yetişmesi gerekenleri yetiştirecek insanını yok sayma lüksünü yaşamakta ve moda deyimle bunu içine sindirebilmektedir.Geothe Faust’ unu 84 yaşında yazmıştır; Edison 90 yaşındayken icadını yaptı. Halen Amerikan anayasasını yazan İtalyan asıllı hukukçu 90 ı aşkın ileri yaştadır. Sanatta da öyle örnekler ortadayken bu “akademik kıyım”a bir an evvel son verilmelidir. Bugün yüzyılın en önemli hadisesi nüfustur, nüfus artışıdır, bu nüfusun eğitimidir.Dünya nüfusu asrın başında 1,5 milyarken, asrın sonunda 6 milyara çıkmış ve bunu aşmıştır. Bu 6,5 milyar nüfus yerkürenin en önemli sorunudur.
Teknolojinin en son icatlarından olan nükleer enerjinin yukarıda belirtildiği gibi nükleer silah olarak kullanılıp, bildiğimiz atom bombası haline getirilmesi ve Japonya’da bunun denenmesi, 2. Dünya savaşından sonra artık savaşları yapılamaz hale getirmiştir. Çünkü bugün artık herhangi bir savaş olur da , bu silah kullanılırsa, bu dünyanın sonu demektir. İnsanoğlu dünyanın sonunu getirmeyi göze alamamıştır, hiç olmazsa şu ana kadar bunu göze alamamıştır. 20. Yüzyılda imparatorluklar tasfiye olmuştur. Bizim imparatorluğumuz bunlardan biridir. Avrupa’daki bütün imparatorluklarda tasfiye olmuştur. Üçüncü büyük imparatorluk Sovyet İmparatorluğu da, 1989 yılında başlayan ve kendi içinden çöken durumla hiç olmasa şimdilik tavsiye olmuştur.Son 50 sene içerisinde insanlık büyük kavgaya şahit olmamış, yerel kavgalar olmuşsa da, genel olarak 21. Yüzyıla bir barış dünyası olarak girilmiştir.
Şimdi 21. Yüzyıldaki dünyaya bir bakmak gerekir. Bizde onun içindeyiz. Bunları bilmedikçe içinde yaşadığımız dünyayı ve çevreyi tanımamız mümkün değildir. Kısa bir süre önce Cumhuriyetimizin 85. Yılını idrak ettik. Geçmişi bir film şeridi gibi göz önüne almakla arkasından 10 Kasım münasebetiyle Milli Mücadelenin nasıl verildiğine dair zihnimizin kapılarını aralayarak yeniden hatırlamakla bir defa daha bilerek yaşamanın şart olduğunu idrak ettik. Dünya yüzünde artık bütün toplumlar bilmeden yaşamanın devrini kapatmış, bilerek yaşama ve bir arada, ortak yaşamanın çarelerini arar duruma gelme ihtiyacındadırlar. Yukarıda ifade edildiği gibi, bugün hiçbir devlet kendi başına değil, hiçbir devlet bağımsız değil. Bağımsız da; dünyayı paylaşmada bağımsız değil, asgari şekilde şartlara ve birbirine bağımlı hiç olmasa.
21. yüzyılda insanlar bir şeyin iyice farkına varmışlar. Yerküre 6,5 milyar nüfusu üzerinde taşıyabiliyor mu? Nereye kadar ve nasıl taşıyabilecek bu nüfusu? Bu 6,5 milyar insan yerküre üstünde yiyecektir, içecektir, ısınacaktır, barınacaktır ve nihayet giyinip örtünecektir. Bunlar hayatın şartı olan temel medeni ihtiyaçlardır; insanlar bunu doğadan alacaklardır. Acaba doğa mevcut haliyle bunları hangi ölçüde verebilecek güçtedir. Doğanın böyle bir gücü var mıdır? Dünyamız bu güce sahipti; ancak bu geçmişte kaldı. Bu gün gelinen noktada bu güç kalmamıştır. Tahrip edilmiş bir dünyada yaşıyoruz artık. Dünyamız güçsüzleştirilmiştir, nabzı düşüktür, hastalandırılmıştır.
Dünyada en bol olan Oksijen (Hava), artık yakılan yok edilen ormanlarla, kirletilen ve buharlaşan su kaynakları ile üretemez hale geldi, hiç olmazsa fotosentez yapanlar hakkında tereddütler olmuştur. Yokluğundan bu zamana şikayet edilmemiş olan su ve hava, asrımızda hızla tükenmektedir. Hava, su, ekmek, ateş. Bu dört unsur olmadıkça insanoğlunun yerküre üzerinde barınması mümkün değildir. Hayatın temel kaynağı bunlardır. Namık Kemal havayı teneffüs etme, vatan sevgisinin esasını oluşturur anlamına gelen şu ifadesinde çevre-vatan ilişkisine derinlik kazandırmıştır. “İnsan vatanını sever; çünkü mevahib-i kudretin en azizi olan hayat, vatan havasını teneffüsle başlar” derken; Yahya Kemal’de “Cihan vatandan ibarettir” derken içinde yaşadığı tertemiz vatanın ve çevresinin büyüleyici etkisini her zaman yaşamış; “Sana dün tepeden baktım aziz İstanbul” coşkusunu acaba bugün yine aynı ruh ile söyler miydi bilmem. Çevremizi ve şehirlerimizi çok kirlettik.
İnsanoğlu dünyaya ağlayarak gelir, ağlayarak doğar. Açtır ağlar, ekmek ister çünkü. Açlığa ve susuzluğa dayanılmaz. Ancak bir süre dayanabilir o kadar. Hitlerin toplama kampında 73 gün aç kalan olmuştur; ama 6 günden fazla susuzluğa dayanan olmamıştır. Dünyadaki su ve hava, insan müdahalesi olmadıkça, kendi sirkülasyonu içerisinde; dünya var oldukça, hayat şartları el verdikçe bu güne kadar gelmiş, ancak günümüzde bunların normal devri-daimi aksadığından, tükenme noktasına getirilmiştir. Sorulan soru haline gelen bu kaynaklar insanoğluna ne kadar yetecek acaba? Hava ne kadar yetecek, su ne kadar yetecek? Bunlar kaç kişiye yetecek? Bunlar dünyanın sorunu haline gelmiştir.

15-20 yıl önce aramızda “havadan sudan konuşuyoruz” diye sohbeti tarif ederken, “boş laf ediyoruz” imajı günümüzde edilebilecek en kıymetli ve “hayati sohbet” mertebesinde önem kazanmıştır. Artık “havadan sudan konuşmak” bu gün için “en önemli sohbet” haline gelmiştir. Günümüzde su, hava, ekmek, ateş aranır hale gelmiştir ve savaş sebebi olarak nitelendirilen stratejik önem kazanmıştır. İnsanlık 20.yüzyıla şu sloganla girmiştir. Barış, Refah ve Çevre. Bu üzerinde yaşadığımız çevre ve omun kaynaklarına yönelik slogandır. Barışı, insanların ilişkilerini ifade eden paylaşımı vurgulamaktadır. Barış refahın temel unsurudur. Bu üç unsur unutulduğu takdirde kavga etmeye devam edilir. Son 30 yılda insanlar bir şeyin farkına çok iyi varmışlardır. 6,5 milyar dünya nüfusuna yetecek kadar bol olan kaynaklar, günümüzde hızla yok edilmektedir, kirletilmektedir. Havanın kirliliğini bilmeyen insan yoktur; herkes etrafındaki gözlemleriyle bilmektedir. Büyük sanayi şehirleri bundan muzdariptir. Hava kirlenir mi? Su kirlenir mi? Bunu 50 yıl önce kimse sormuyordu. O yıllarda “Akan su kir tutmaz” “kirli su yedi taş geçtikten sonra temizlenir” söylemleriyle insanoğlu “otoepurasyonu” vurgulamakla bir sezgiye işaret ediyordu. “Doğa kendi kendini temizler” sezgisiyle “İnsan müdahalesi olmadıkça kaynaklar yeterlidir” yargısına varmaktaydı. Bugün yukarıdaki sorular sık sık sorulur durumdadır. Çünkü biz kendi kaynaklarımızı kirletiyoruz. Marmara denizini kirlettik, bir zamanların “Altın Boynuz”u denilen (Golden Horn) Haliç’i kirlettik. Haliç’in temizlenmesi bize çok pahalıya mal olmuştur. Doğal bir ortamı olduğu gibi muhafaza etmek, onu kirlettikten sonra eski haline getirmekten çok daha kolay ve ucuzdur. Biz bunu önceden göremedik. Halen İzmit Körfezi’ni kirletiyoruz. Bakınız değerli meslektaşlarım, Yalova’da şehrin ortasında sahilde on metre denize uzanmış “donanma” adında bir ticari eğlence yeri var. Lokantalarıyla bütün atıklarını denize veriyor. Yanında hemen valilik binası var. Yıllardır bu tablo kirletmekte, foseptik üretmekte görmezlikten geliniyor.Nihayet bu merkez bu sempozyumdan birkaç ay önce yıktırıla bilindi; o da çevre namına değil,işletilme vasfını kaybettiği için yıkıldı. Buna sevinmeye fırsat verilmeden aynı yere yeniden ucube bir inşaat yapılmaktadır.Biz Karadeniz’i kirlettik, Tuna’dan Rusya’dan gelen variller kirletmektedir. Zaten Karadeniz’in 180 metreden sonraki derinliklerinde hayat sınırlı ve organik hayat yok denecek kadar dışlanmıştır. Orada Beggiata denen kükürt bakterileri yaşamaktadır. Yani “nehirler kirlenmez, hava kirlenmez, su tükenmez” devri sona ermiştir. Bunları bilerek, bunlara göz yumarak ileri gitmemiz mümkün değildir. Kirleterek temizlenemeyiz. Meşhur Einstein’a sormuşlar zekaca noksan olmak ne demektir? “Aynı metotları uygulayarak farklı sonuç elde etmeyi beklemek demektir” diye cevap vermiş.
Su diye üzerinde konuşulan miktar acaba dünyada ne kadardır? Bakın dünyanın %70’i su ile kaplı. Yalnız bu %70 suyun %97’si tuzlusu, geriye kelen %3’ün %2’si kutuplarda buz. Geriye kalıyor %1. İnsanoğlu %1 suyun da yeraltına gideni, buharlaşıp bulut olanı ile birlikte tamamını bile kullanamıyor. Kullandığını kabul etsek bile bu %1’i ancak kullanıyor diyelim. Bu suyun ülkelere göre dağılımı da eşit değil. ABD günde 650 lt. su tüketirken, AB günde 150 lt. tüketiyor. Bu 150 lt su ile Afrika’da insanlar 2-3 ay idare ediyorlar. Böyle bir düzensizlik var dünyada. Dünyanın topografyası icabı olarak,ülkelerin bazıları su kapasitesi bakımından zengin, bazıları yoksul. ABD 650 lt/gün su ile yetinmiyor. Halen “Demoteknolojik metabolizma” terimi ile sanayi ülkesi olarak günde 1500 lt suya ihtiyacı olduğunu telaffuz etmekte, gelişmiş ülkeler bu arayışla BOP, barış, demokrasi adı altında mevcut su kaynaklarını kontrol etme projesi üretmektedirler. Üstü örtülü nitelikteki bu nevi projeler suya yöneliktir.
Bir zamanlar boğazlar içinde Cemiyet-i Akvam adıyla Milletler Cemiyeti’ne yönetme yetkisi verme düşüncesi, günümüzde tekerrür eden tarihle, bölgemizi Fırat ve Dicle’yi de içine alan “Uluslar arası Su Yönetimi”ne vermeyi projelendirmektedir. Bunların farkındayız. İklim değişikliği sinyalleri ve korkusu ile yukarıdaki tedbirler alınıyor gibi görülse de, daha ileri adımlar atılarak bölgemize yönelik bölücü haritalar yayınlanmaktadır. Bütün bunların farkında olmayan hayat tarzını milletimiz çoktan geride bırakmıştır. Birlik-beraberlik bizim hayat tarzımızdır. Böyle bir yerkürenin üzerinde yaşıyoruz; Yerküre bu. Küresel ısınma gerçektir ve her ülkenin sorunudur. Bizim de sorunumuz, İtalya’nın da sorunu, İspanya’nın da sorunu. 8-13 Ekim 2008’de Monta Negro’da iştirak ettiğim sempozyumda beş altı gün bunlar konuşuldu ve herkesin sorunuydu bunlar. Ama bölünmüş bir Yugoslavya’nın altı farklı milletin mensuplarının en fazla sorunuydu. En azından bu satırların yazarı belki öyle algıladı. Zira Prof. Dr. Karaman yemekte bundan şikayetçi olduğunu bizzat tarafıma nakletti. Ülkenize sahip olun dedi açıkça. Doğal olayların bahane edilmesiyle suni olaylar çıkarılıyor ve telafi edilemeyen vahim sonuçlara götürüyor ülkeleri. İnsanoğlu egoizm mahkûmudur ve yerküre üzerindeki tasarrufuna hiçbir ölçü tanımaz. Bu ölçü tanımazlığını doğaya da uygulamıştır. Yerküre imdat işareti veriyor. Ama o, “bu kaynaklar tükenir mi, tükenmez mi?” diye sormaz, ölçü tanımaz. Bugün ihtiyacı görülsün, yarın hiç önemli değildir. Yarın bir başka olaydır. Bu konuda ortak bir bilinç oluşturulması gerekmektedir. Suyu tüketmeyin, havayı kirletmeyin, toprağı su ile denizlere akıtmayın ekmeksiz kalırsınız. Dört unsurdan, üzerinde durulan enerji, odunla elde ediliyordu, orman tükendi. Kömür geldi sonra petrol ve doğal gaz yatakları kullanıldı. Şimdi insanoğlu derin derin düşünüyor. Bu kaynaklar tükendiğinde neler olacak?
Araştırmalar bugün için nükleer enerjiye yönelik. Bu enerji türü önümüzdeki asırda daha çok gelişecektir. Onun arkasından hidrojen devrinin geleceği telaffuz ediliyor şimdiden. Bu kaynak için dünyada büyük araştırmalar var. İleride su ayrışımı ile H enerjisi kullanılacak. Dün mevcut olmayan birçok şey, yarın mevcut olacak artık. Bunlara hazır olmasak bunların gerisinde kalırız. Bu çağ bilgi çağıdır.Güzel Türkiye’mizin bugün çektiği sıkıntıların sebebi, buhar devrini anlamamış olmasıdır. Buhar 1800lü yıllarda Avrupa’da çıkmış ve sanayi ondan doğmuştur; o dönem farkına varamamışızdır. Daha sonra elektrik çıkmış, onunda farkına varmamışız. Bakın değerli dinleyenlerim, Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’ya elektrik 1925 yılında geliyor. 1880’de hatta ondan 10 sene önce bile elektrik uygulanabilir hale gelmişken, aradan 45 sene geçtikten sonra bize geliyor. Bütün bunları yeniden geri kalmışlığın içerisine düşmememiz için kavramamız, hazırlıklı olmamız için söylüyorum. Türkiye Cumhuriyeti 85 senedir bu geri kalmışlığın neticelerini ortadan kaldırmak için çalışıp didiniyor.
Bütün bunlara ilaveten üzerinde yaşadığımız 6.5 milyarı barındıran dünyamızda, bu insanların durumu nasıldır?. Bu insanlar nasıl yaşarlar? Bugün insanların 1 milyarı günde 1 dolardan az bir gelirle yaşamlarını sürdürüyorlar. Bunun adı yoksulluktur. 2,5 milyarı günde 2 dolardan az bir gelirle yaşarlar, sefildirler. 1 milyar dünya nüfusunun içecek bir bardak temiz suyu yoktur. 800 milyon insanın çocukları okula gitmiyor.

110 milyon çocuk hiçbir eğitim alamıyor. 2,5 milyar insan ticari elektrikten yoksundur. İçinde yaşadığımız dünya budur. Böyle bir dünyada ülkemiz esasen üst sınırlarda yer almaktadır. 6.5 milyar insan nasıl idare ediliyor? Dünyada 6000 dil konuşuluyor. Birleşmiş Milletler 1945’te kurulurken 50 devletleri vardı. İmparatorluklar tasfiye oldu, bağımsız devletler çıktı; halen 192 devlet var. Yani 6000 dil, 192 bayrak. Her dile bir bayrak mümkün değildir tabiiki. Buna yetecek toprakta yok zaten. Ama birçok dili konuşan insanlar bir arada barışla yaşamayı başarıyorlar. Başaramayanlar kavga edip, mutsuz oluyorlar. Asrın sloganı olan “BARIŞ”ı yakalayamıyorlar. Bunun üzerinde iyice düşünülmelidir. Bu 192 ülke nasıl idare ediliyor bu dünyada? Bu ülkelerin faşist ve komünist sistemde idare edilenlerinin de dahil olduğu 121 tanesi demokrasi ile idare ediliyorlar. Geriye kalanları hala demokrasiden uzak, krallık, emirlik gibi yönetim biçimleri mevcut. İçinde bulunduğumuz bu dönem, demokrasinin dünyada en yaygın olduğu dönemdir. Böyle bir zamanda yaşıyoruz. Ülkeler bazında durum ekonomik olarak nasıldır? 192 ülke içerisinde (121’i demokrasi ile yönetiliyor) dünya gelirlerinin %86’sını dünya nüfusunun %40’ı alıyor. Geriye kalan %14’ünü de dünya nüfusunun %60’ı alıyor. Bunu daha anlaşılır hale getirerek ifade edersek; dünyanın 2000 yılındaki gayrisafi milli geliri 31 trilyon dolar. Bu 31 trilyon doların 11 trilyonunu ABD üretiyor, 11 trilyonunu 25 AB ülkesi üretiyor, 4 trilyonunu ise Japonya üretiyor. Yani toplam 25 trilyonu 27 ülke üretiyor, geriye kalan 165 ülke ise 5 trilyonu üretiyor ve paylaşıyor. Dünyada kişi başına geliri 300 dolar olan ülkeler varken, bu rakamın 50000 doları bulduğu ülkeler de var. Yani dünya ikiye bölünmüştür. Zengin ve fakir iki dünya. Zenginlikle demokratik dünyanın çok yakın ilişkisi var. Zengin dünyada demokrasiyle idare edilmeyen hiçbir ülke yok; yoksul dünyada da demokrasi ile idare edilen hiçbir ülke yok. Demokrasi denilen olay zenginlikle yakından bağlantılıdır. Eğer bugün insanlar yoksulluktan kurtulmak istiyorlarsa bunun idare şekliyle ilgisi yoktur demek mümkün değildir. Rejimle ve idare şekliyle çok yakından ilgilidir. Bugün ki dünyayı tanzim eden kural, yeni çağın icabıdır ve üç temel esasa dayanmaktadır. Demokrasi, İnsan Hakları ve Pazar Ekonomisi. Bunun farkına varan insanlar, önümüzdeki zaman zarfında çok daha çabuk gelişmişliği yakalayacak ve sıkıntılardan çok daha çabuk kurtulacaklardır. Bu yaygın bir tahmindir.
Pazar ekonomisinin kökünde beşeri sermaye ve teşebbüs yatar. Her teşebbüs eğitimli vatandaş gerektirir. Yani vatandaş bilinci oluşturma eğitimin işidir. Dünya bunu büyük ölçüde başarmıştır. Batı dünyası 700 yıllık üniversite tecrübesine sahiptir. Türkiye 1933’de İstanbul Üniversitesi’ni, 1944’te Teknik Üniversite’yi 1945’te de Ankara Fen Fakültesi’ni kurmuştur. Yani 76 yıllık bir tecrübesi vardır. Bologne üniversitesinin 724 yıllık bir geçmişi vardır. Türkiye 1950’ye üç üniversiteyle girmiştir. Bireyini kendi geleceğine sahip çıkar hale getirmek eğitimle olan çok önemli bir olaydır. Eğitim teşebbüs ve girişimcilik gücünün geliştirilmesini sağlar. Ülkeler bazında eğitim çağındakilerin eğitilme oranı zenginliğe giden yolda önemli yer tutar. Okumuş olmak yetmez, önemli olan eğitimli olmaktır. Zengin dünya ülkeleri İlkokul çağındaki bütün çocukları okutuyor. Üniversite çağına gelenlerin dünyada okullaşma oranı %17’dir. Kalkınmış ülkelerde bu oran %51, biraz daha ilerlemiş ülke ABD’de %88, Yeni Zelanda, Kanada’da %86, Avrupa ülkelerinde %60’ın üzerindedir. Gelişmemiş ülkelerde bu oran %10 civarındadır. Türkiye’de üniversiteleşme 1963’te 7 üniversite ile temayüz edilmiştir. Çocuklarımızın % 4’ü üniversiteye gidebiliyordu. Bugün bu oran %28’e ulaşmıştır.
Örgün ve yaygın öğretimle
(yazının devamı bir sonraki makalede yayınlanacaktır.)