Halide Halid(Araştırmacı Yazar)


“Önce vatan” serisinde : RÜYALARIN MİSAFİRİ

Üç yıl önce “Önce Vatan” adlı bu projem Türkiye basınında Azerbaycan ŞEHİTLERİNİN, Azerbaycan basınında ise Türkiye’li ŞEHİTLERİN tanıtılması ile başlatıldı. Bu projenin ana amacı iki kardeş devletin ŞEHİT evlatlarının yarım kalan hayat hikeyeleri ile tanıştırmak, onları sizlere daha yakından tanıtmaktır.


                                                                                                                          Halide Halid
                                                                                                                 Araştırmacı yazar                                                                                                                         
                                                                                                     
  “Önce vatan” serisinde :                                            
                                             RÜYALARIN MİSAFİRİ 
     Değerli Türkiye’li kardeşlerim!
Üç yıl önce “Önce Vatan” adlı bu projem Türkiye basınında Azerbaycan ŞEHİTLERİNİN, Azerbaycan basınında ise Türkiye’li ŞEHİTLERİN tanıtılması ile başlatıldı.
Bu projenin ana amacı iki kardeş devletin ŞEHİT evlatlarının yarım kalan hayat hikeyeleri ile tanıştırmak, onları sizlere daha yakından tanıtmaktır.


ŞEHİTLİK – en yüce zirvedir.
ŞEHİTLİK – o zirveyi fethedenlerin yüce makamıdır.
ŞEHİTLİK – vatan toprağının koynunda ebedî uykuya dalmaktır.
ŞEHİTLİK – cennet çiçekleriyle süslenmiş bir mekâna sahip olmaktır.
Bütün bunlara sahip olan, “Önce VATAN”ın Azerbaycan basınındakı ilk kahramanı Siirt ŞEHİTİ Emre Kaan Arlı’dır.
Her şehidin yarım kalmış, çok ilginç bir hayat hikâyesi vardır. Bu hikâyelerin her biri, onları daha yakından tanımamıza vesile olmaktadır..
     Bu hikayeler ne kadar ilginç olsa da, bir o kadar insanın yüreğini paramparça ediyor.
22 Yaşlı Emren’nin hayat hikayesi de çok ilginçtir...
Emre’nin babası Şaban Bey, meslek hayatını sağlık çalışanı olarak sürdürmüş ve görevini tamamladıktan sonra emekliye ayrılmıştır. Emre’nin şehadetinin ardından, Türkiye Muharip Gaziler, Şehit Dul ve Yetimleri Derneği Kocaeli Şubesi’nde başkanlık görevini üstlenmiştir.
Annesi Emine Hanım hemşireydi, o da şimdi emeklidir.
Emre’nin ailesi ve arkadaşlarıyla görüştükten sonra, şehitlerimizin şehit olacaklarını önceden hissettiklerine bir kez daha emin oldum.
O yıl İzmit’te kış çok soğuk geçmişti. Anne balkondan dışarıya bakar, için için yanarak düşünürdü:
“Biz burada, rahat hayatımızda bu soğuğa dayanamıyoruz. Benim evladım toprağın altında bu ayaza nasıl dayanıyor?”
Annesi Emre’ye sık sık “Kebe imamı olmanı çok isterim. Ben de seninle onur duyayım” derdi.
Şehadetinden sonra Emre bir kadının rüyasına giriyor. Ona “annem benim Kebe imamı olmamı isterdi. Ona benim burada her gün kebe imamları ile muhabbet ettiğimi söyleyin. Burada ne soğuk var, nede ben üşüyorum. Anneme söyleyin benim için endişelenmesin” diyor.
Emre hayvanları çok severdi. Emre seviyor diye velileri evde köpek, kedi, güvercin beslerlerdi.
Emre mahellede ihtiyacı olan her kesin yardımına koşardı. Zorluk çeken her kese yardım etmeyi çok severdi.
Yaz aylarında onu camiye gönderirlerdi ki, Müslüman evladı olarak dinini öğrensin. Ailesi çalıştığından, başlarda onu takip edemiyorlardı. İlkokul yıllarında birkaç dua dışında bir şey öğrenmemişti. Ama Kur’an kursuna gittikten sonra hem Kur’an-ı Kerim’i öğrendi, hem de başkalarına öğretmeye başladı.
    Emre ŞEHİT olduktan sonra, Kur’an okunmasında yanlarına engelli bir genç geldi. Bir gün Şaban Bey Emine Hanım’dan bu gencin kim olduğunu, onu tanıyıp tanımadığını soruyor. Emine hanım da cevabında onu tanımadığını söylüyor.
Bu genç canla başla koşturuyor, yemek dağıtıyor, işlere yardım ediyordu.
Bir gün onu incitmeden kendisine sormaya karar veriyorlar:
“Evladım, Emre’yi nereden tanıyorsun?”
Genç, gözleri dolarak cevaplıyor:
“Sizlere söylemeye çekinmiştim. Emre benim Kur’an kursundaki hocamdı. Kur’an-ı Kerim’i bana o öğretti. Hiç kimseden öğrenemezken, o bana çok yardımcı oldu.”
Böylece, Mustafa isimli bu gencin Emre’nin öğrencisi olduğunu öğreniyorlar.
Emre annesine çok bağlıydı. Anne ve oğul adeta birbirleriyle nefes alıyordu. Bu sevgi, Emine Hanım son çocuğu Hilal’i dünyaya getirirken bir kez daha belli oldu. Emine Hanım ameliyattayken, Emre bacısına bakmamış, bebeği kucağına bile almamıştı:
       “Anam sağ salim ameliyattan çıkana kadar, bu bebeği kucağıma almam” demişti.
Askerliğe gitmeden önce bir gün babasına, polis olmak istediğini söylüyor. Sonra da eğitimini dondurup askerlik için başvuruyor.
Babası “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorunca Emre şöyle diyor:
“Babacığım, benim çok günahım var. Ben askere ŞEHİT olmak için gidiyorum. ŞEHİT olacağım, hem sizi hem kendimi bu günahlardan kurtaracağım.”
Babası bu cevaba kızıyor:
“Oğlum, senin yaşın ne, başın ne? Ne günahın olabilir? Henüz gençsin, kimseye kötülüğün dokunmadı, yanlış işlere bulaşmadın. Senin ne günahın olacak ki?”
Emre ise kararlıydı:
“Hayır baba, ben ŞEHİT olacağım. Bu yüzden jandarmada komando olup dağlarda, derelerde düşmanla mücadele edeceğim.”
Ne zaman fırsat bulsa, anne-babasıyla konuşur, hep aynı şeyi söylerdi:
“Anne, merak etme. Burada hiçbir problemim yok.”
Annesini üzmemek için hep tatlı yalanlar söylerdi. Ama gerçekte, her günü düşman kurşunları altında geçiyordu.
Emre askere giderken, diğerlerinden farklı olarak ellerine, ayaklarına kına yakılmadı, davul zurna da çalınmadı. Onun için camide Kur’an okutuldu, ihsan yemekleri dağıtıldı.
O gün yaşlı bir adam, Emre’nin arkadaşına soruyor:
“Evladım, şehidiniz mi var?”
Arkadaşı:
“Hayır amca, Emre daha askere gidecek.”-diye cevap veriyor.
Arkadaşı bunu Emre ŞEHİT olduktan sonra onun annesine anlatır.
Emre askere gitmeden 4-5 ay önce, annesinin içine garip bir sıkıntı çöküyor. Sanki bedeni ateş içinde yanıyor, hiçbir yerde duramıyordu.
Emre izine geldiğinde, evdekiler “Orada durumlar nasıl?” diye sorunca, her defasında “İyiyiz, sıkıntı yok” der, konuyu değiştirirdi.
Ama kendisinden iki yaş büyük bir dostuna gerçekleri böyle anlatıyor:
“Babamı üzmek istemem. Bizim oradaki durumumuz hiç iyi değil. Ben makineli tüfekçiyim. Çok garip bir silah; 250 metrelik hedefi 25 metreye çekiyor. Sağdan, soldan, arkadan bana kimse bir şey yapamaz. Ama aşağıdan, yamaçtan ateş ederlerse, kendimi koruyamam.”
O sanki düşmanın niyetini önceden hissediyordu. Çünkü düşmanın hain saldırısı da dağın yamacından oluyor.
Saat 14:10 civarında, Siirt-Pervari yolunun güvenliği için görevlendirilen askerlerimizin geçeceği yola teröristler önceden el yapımı patlayıcı döşüyorlar.
Askeri araçla o yoldan geçen 8 asker ve subay ŞEHİT oluyor.
Emre ŞEHİT olduğu ilk günden yirminci gününe kadar ailesinin tanımadığı insanların rüyalarına giriyor.
“Emre benim rüyama geldi. Ben onu bu dünyada hiç tanımıyorum. Ama rüyama gelip dedi ki: ‘Sizin evladınız ŞEHİTTİR’” diyerek o insanlar, gördükleri rüyaları şehidimizin anne ve babasına anlatıyorlardı.
     Şaban Bey’in unutamadığı rüyaları var. Onlardan biri Emre hiç Konya’ya gitmemesi, babasının ise onu rüyasında Mevlana’nın türbesinin önünde görüyor olmasıdır. Hanımına, “Ben Konya’ya gidiyorum” dediğinde, o da “Ben de geliyorum” deyince birlikte yola hazırlanıyorlar.
Cuma sabahı saat 08.00’de evden çıkıp hızlı trenle Konya’ya gidiyorlar. Cuma namazını da orada kılıyorlar.
Emre ŞEHİT olduktan sonra da farklı vesilelerle gönüllere dokunmaya devam ediyor.
Şehadetinden bir hafta sonra  Yaşılova Kur’an kursundan bir öğretmen, Emine Hanım’ı arıyor:
“Emine bacım, sizi Asiye adında bir hanımla tanıştırmak istiyorum. Size gelebilir miyiz?” dİye soruyor.
“Tabii, kapımız herkese açıktır, gelin” cevabını alıyor.
Gelen, otuz dört yaşında kanser hastası bir kadındı. Emre ŞEHİT olduğu gün onun rüyasına girmiş ve şöyle demişti:
“Bizim evin adresi budur. Annemin adı Emine, babamın adı Şaban. Ben ŞEHİT olacağım. Anneme söyleyin, üzülmesin, ağlamasın. Ben ŞEHADET şerbetini Peygamber Efendimizin elinden içtim.”
Başka bir rüya ise Aynur adlı bir kızla ilgilidir. Bir gün evde otururlarken kapı çalıyor. Kapıyı açtıklarında karşılarında genç bir kız görüyorlar.
“Beni yanlış anlamayın. Benim adım Aynur. Oğlunuzu rüyalarımda görüyorum. Her gece görüyorum. Kur’an okuttum, sadaka verdim ama yine de geliyor. Her defasında da, “git annemi ziyaret et” diyerek kız gözyaşlarıyla anlatıyor.
    Aynur onları ziyaret ettikten sonra, Emre bir daha onun rüyasına girmez oluyor.
Emre ŞEHİT olduğunda, Emine anne yaklaşık dört yıl boyunca mutfağın balkonuna çıkmadı. Çünkü her gün çöpleri Emre’ye verirdi. O da çıkıp çöp kutusuna atar, annesi de balkondan onu seyrederdi. Çöp kutusu balkonlarından görünürdü. O anları hatırlamak çok ağır geldiği için balkona çıkmaz oldu.
“Ne yaparsan yap, bir yanın eksik kalıyor. Arkadaşlarının düğünlerine davet ediyorlar. ‘Gel anne, ne olur’ diyorlar. Bizi çok sevdikleri için yanlarında olmamızı istediklerini biliyoruz. Ama benim orada neler yaşayacağımı, hangi acılara katlanacağımı onlar bilemezler.
Evlilikten söz açıldığında, Emre bana, ‘Senin seçip beğendiğin kızla evleneceğim’ derdi. Babasına da, ‘Benim için istemeye Davut amca gidecek’ demişti. Davut amca da bizim akrabamızdır.
İnsanın maneviyatı körleşirse, bütün bu acılara dayanması çok zor olur. Oysa biliyoruz ki Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz. Rabbim vermişti, Rabbim de aldı.
Allah geride kalan evlatlarımıza sağlıklı, mutlu bir ömür nasip etsin. Onların hiçbir günahı yok ki…” der anne.
Emre çok mülayim, samimi, dostu için canını verecek kadar fedakâr bir gençti.
Elif, Emre’den dört yaş küçük kız kardeşidir.
O, Emre’nin çok dikkatli, çok samimi bir ağabey olduğunu söylüyor. Yaş farkı olduğundan onunla daha yakın sırdaş olamadıklarına hayıflanıyor. Ama Emre, ağırbaşlı yapısıyla, Elif’in gözünde zaten bir dost gibiydi.
    Her yaz tatilinde ata yurtları Samsun’a giderlerdi. Denizi çok severlerdi.
Elif ile küçük kardeşleri Hilal, güneşte hemen yanarlardı. Emre ise hiç yanmazdı. Kızlar acıdan ağlayınca, Emre birden hekim kesilir; yanık yerlere özenle krem sürer, yelpaze sallayarak serin rüzgârlar estirir, acılarını dindirmeye çalışırdı.
Emre’nin farklı bir özelliği vardı. Sabah evden çıkar, akşam dönerdi. Gün içinde evde çok az vakit geçirirdi. Buna rağmen, ailesinden kimin neye üzüleceğini, neye sevineceğini, hangi meseleye nasıl tepki vereceğini çok iyi bilirdi. Ailesi çoğu zaman onun bu hâline hayret ederdi.
Elif anlatıyor: “Emre’nin şehit olduğu haberini aldığım gün, hayatımın bittiği gün oldu.
Haberi sosyal medyada tesadüfen gördüm. Annem komşudaydı. Ona telefon açıp eve gelmesini istedim. Annem geldi. Çok geçmeden babam da geldi. Yaz olduğu için pencereler açıktı. Birden aşağıdan sesler yükseldi. Başımı pencereden çıkardığımda evimizin önünde ambulans, polis, asker, jandarma araçlarını gördüm. Ardından kapı zili çaldı. Kapıyı babam açtı…
O an dünya başıma yıkıldı. Abim, Emre’nin ŞEHİT olduğu haberini getirmişlerdi.
Bazen düşünüyorum, böyle bir ölüm herkese nasip olmaz. Allah uzak etsin, başka bir kazada hayatını kaybetseydi, o acıyı nasıl taşırdık, kim bilir…
Keşke yaşasaydı, keşke düğününü görebilseydik. Onunla gurur duyuyorum, evet. Ama bu gururun içinde kardeş özlemi, kardeş hasreti gizleniyor.’”
Evin en küçüğü Hilal’in ise abisiyle ilgili çok az hatırası kaldı.
Hilal, kardeşini yakışıklı, yüreği yumuşak bir insan olarak hatırlıyor. Emre’nin onun için bir gurur kaynağı olduğunu vurguluyor. Emre’nin kanepede uzandığını, kendisinin ise kardeşinin sağında solunda döndüğünü, bazen orada uyuduğunu, çoğu kez de onun yanında oturup film izlediğini, ardından da Emre’nin ona katıldığını gülümseyerek anlatıyor. Hilal, onunla daha çok gün geçirememesine ve bugün anlatacak daha fazla hatırasının olmamasına üzülüyor.
Emre’nin cenazesi geldiği gün Şaban Bey çok huzursuz olur. “İçimde sanki bir ateş yakılmıştı” der ve telaşla eve döner. Evdekilerin halinden şüphelenir. Çalınan kapıyı bizzat kendisi açar. Kapıda pek çok asker ve subay vardır. Yüksek rütbeli subaylardan biri, “Ağabey, başımız sağ olsun, kardeşimizi kaybettik” der.
Şaban Bey ise cevaben, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” der. Bu cevabı duyan subay, yüzüne şaşkın bir bakışla bakar. Onlara oturmaları için yer gösterir.
“O an belim kırıldı, dünyam yıkıldı. Artık dokuz yıldır yüzüm gülse de kalbim kan ağlıyor. Her gün, her gün rüyama gelmesini diliyorum. Rüyama geldiğinde biraz rahatlıyorum.” diyor ŞEHİT babası.
Emre doğduğunda ona verilen ismin de ilginç bir hikâyesi vardır. Emine Hanım, Yunus Emre’nin eserlerine hayran olduğu için oğluna Yunus Emre adını vermek ister. Şaban bey ise büyük Göktürk hükümdarı Bilge Kağan’dan etkilenerek oğluna Bilge Kağan adını vermeyi düşünür.
Bir sabah Şaban Beyin aklına şöyle bir fikir gelir: “Oğlumun adından annesinin isteği olan ‘Yunus’u, benim isteğim olan ‘Bilge’yi çıkaralım, o zaman Emre Kaan olsun.”
Bu adı koyarken bilmiyorlardı ki gün gelecek küçük Emre Kaan, anne babasının ve vatanının gururu olacak.
Bugünlerde Emre’nin arkadaşlarıyla “Emre ile bir arada” adlı bir buluşma gerçekleştirdik. Arkadaşları Barış Gündoğdu, Selim Maral, Emre Dikbaş, Alparslan Emre Eken ve Ahmet Meram bizimle beraber Emre’yi andılar.
Her biri Emre’yle ilgili anılarını anlattıkça, gözümün önünde arkadaşlarının onunla birlikte geçen günlerini canlandırıyordum. İlginçtir ki, herkes acılı notalara dokunsa da Emre’den hep gülümseyerek bahsediyordu.
Sohbete, yazının başında bahsettiğim engelli genç Mustafa Yılmaz başladı:
“Emre ile Kur’an kursunda tanıştım. O zamana kadar tanımıyordum. Kursun hocaları, Kur’an’ı bitirenlere bir öğrenci seçme hakkı vermişlerdi. Emre doğrudan yanıma gelip ‘Ben bu abimi seçiyorum’ dedi. Sekiz gün geçmeden Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrendim. Dostluğumuz sadece sekiz gün sürdü ama o sekiz gün bana bir ömür gibi geldi. O kadar temiz kalpli, o kadar hayırsever bir gençti ki…
İşim gereği sık sık onların evinin önünden geçerdim. Bir gün yine rüyama girdi, ‘Abi, seni balkondan görüyorum oradan geçerken’ dedi.
Allah ondan razı olsun, eğer bugün Kur’an-ı Kerim’i biliyorsam, onun sayesinde biliyorum.”
Gençler konuşuyordu; her biri sanki Emre hâlâ yanlarındaymış gibi sohbet ediyordu. Çocukluk yıllarının Emre’li günlerini öyle tatlı bir şekilde anlatıyorlardı ki, Emre’nin artık aramızda olmadığına inanasım gelmiyordu.
    O anılarda neler yoktu ki… Birlikte dersten kaçıp internet kafeye gitmeleri, dersten kaçtıkları için sınıfta kalmaları.
Arkadaşlarından ayrı düşmemek için birlikte restoranda çalışmalar, babasının arabasını kaçırıp kaza yapmaları ve korkudan sabaha kadar evine gitmemeleri. Ahmet’in sık sık onlarda kalması, Güneş doğana kadar sohbet edip sabahlamaları.
Barış’ın babasının vefatına Emre’nin nasıl üzüldüğü, Selim’le candan dostlukları… Sohbet esnasında Selim’in, “Şaban amca, Emre’yi bizden ayırıp başka okula götürmekle, benim çocukluğumu benden aldın” demesi… Osman’ın gözlerini bir noktaya dikip sanki Emre’yi görüyormuş gibi sessiz kalışı… Alparslan’ın da Osman gibi sessizce sohbeti dinleyip çok kısa konuşması… Emre Dikbaş’ın, askeriye yolunu seçmesinde en büyük sebebin Emre’nin şehadeti olması… Daha neler neler…
Bütün bu sohbetleri kısmet olursa başka bir projede sizlerle paylaşacağım.
Gençler anlatırken, ben gizlice Emine Hanım ile Şaban Beyi gözlüyordum. Onlar, gençlerin her sözünü gururla dinliyor; kimi zaman hüzünleniyor, kimi zaman tebessüm ediyorlardı.
Emre’nin yakın dostu Beytullah Cüre’nin onunla ilgili hatıralarını okuduktan sonra, her birinin ruhunda bir Emre yaşadığına bir kez daha inandım.
Beytullah’ın hatırası şöyle başlıyordu:
“Emre ile ilk tanışmamı hatırlıyorum. On altı yaşındaydım. Emre’nin lise arkadaşlarından Mert, benim mahalle arkadaşımdı. Bir gün Mert ile mahallede buluşmak için sözleştik. Mert geldiğinde Emre ile birlikteydi. Tanışıklığımız orada başladı; Emre şehit olduğunda bedenen sona erse de, hatıralarımızda yaşamaya devam etti.
Onunla dostluğa başladıktan sonra, bazı istisnalar dışında neredeyse her gün beraberdik. Okuldan döndükten sonra gece yarısına kadar oturur, sohbet eder, bilgisayar oyunları oynar ya da gezerdik. Birbirimize öyle bağlanmıştık ki, hangimiz şehirden ayrılsa çok özlerdik.
Arkadaş çevremiz farklı olsa da buluşmalara birlikte giderdik. Emre’yle o kadar çok hatıram var ki…
Emre’nin şehadetinden sonra çevremiz dağıldı. Herkes bir yana savruldu. Ben de İzmir’e döndükten sonra onun ölümünü kabullenemedim. Emre askerdeyken İzmir’i gezer, güzel yerlerin fotoğraflarını çekip ‘Emre döndüğünde buraları mutlaka gezdirmeliyim, görmeli’ diye hayal kurardım.
Bir süre kendi içime kapandım. Akşamları tek başıma evden çıkar, arabada oturur, onunla geçirdiğimiz günleri düşünürdüm. Düşündükçe aklımı yitirecek gibi oluyordum. Onu gezdirmek istediğim yerlere gider, hıçkıra hıçkıra ağlardım. Sabah saat 06:00’ya kadar arabada oturur düşünürdüm. Evde sabah uyandığımda aynada birkaç saniye kendi yerime Emre’yi görürdüm. Bu durum yaklaşık iki ay sürdü.
    İlk başta fark etmedim, sonradan korkmaya başladım. Annemin ısrarıyla psikoloğa gittim. Bir ay sonra bu durum tekrarlanmadı. Bir yıl sonra da psikoloğa gitmeyi bıraktım.”
Beytullah’ın Emre ile ilgili yazdıklarını gözyaşları içinde okudum. Sanki bir yazarın kaleminden çıkmış bir hikâyeyi okuyordum. Onun hatıraları da bir sonraki projemde yer alacak.
İzmit’te sık sık Emre’nin hatırasına düzenlenmiş çeşitli etkinlikler oluyor. Bazıları devlet ve STK’lar tarafından, bazıları ise Şaban Beyin başında olduğu dernek tarafından.
Bu etkinliklerden biri ve en unutulmazı Mersin’in Mut ilçesine bağlı Dağpazarı köyünde gerçekleşti. Köy okulunda Emre’nin onuruna bir kütüphane açıldı. Şaban bey anlatıyor:
“Kütüphane açılışına giderken elimiz boştu, yani öğrenciler için hiçbir hediye almamıştık. Köy halkının fakir ama ne kadar gururlu olduklarını görünce yüreğim kabardı. Yanımdaki arkadaşlarla dedik ki, kütüphanenin yıl dönümünde mutlaka hediyelerle gitmeliyiz.
Öyle de yaptık. Aldığımız ayakkabıları, kıyafetleri, şekerlemeleri dağıttık. Döndükten sonra öğrencilerden birinin velisi öğretmenlerden birine mesaj atmış. Mesajda, ‘Bugün yaptığınız şeyin farkında mısınız?’ yazıyordu. Ardından bir fotoğraf göndermiş. Fotoğrafta çocuklardan biri yeni ayakkabılarını kucaklayarak uyuyordu.
Bunu duyduktan sonra kendi kendime dedim ki: ‘Güzel Allah’ım, benim evladım yokluğuyla bile insanları mutlu etmeyi başarıyor.’”
Emre’nin okuduğu okulun bir grup öğrencisi kısa film yarışmasına katılır ve birincilik kazanır. Kendilerine para ödülü verilir. Çocuklar bu parayı bir şehit ailesine vermek ister. Niyetlerini okul müdürüyle paylaşırlar. Müdür de, “Okulumuzun öğrencilerinden bir şehidimiz var, onun ailesine verelim diyor.
Müdür, Şaban Beyi arayıp durumu anlatınca şehit babası şöyle der:
“Böyle şey olmaz, bize yakışmaz o parayı almak. Okulun ne ihtiyacı varsa ona harcayın.”
Okulun müdürü sevinçle, “Şaban Bey, okul bahçemizde öğrencilerin kullanabileceği bir çeşmemiz yok. Hava ısındığında çocuklar bahçede oynarken su bulamadıkları için zorluk çekiyorlar. Allah sizden razı olsun,” dedi.


    Böylece, okulun bahçesinde Emre’nin adına bir çeşme yapılır. Bu çalışmada İzmit Körfez Belediyesi ve bir iş insanı da desteklerini esirgemez.
Şaban Bey şöyle der: “Her ŞEHİT velisi giyiminden, duruşundan, yürüyüşünden, konuşmasından dikkatli olmalıdır, çünkü onlar şehit velileridir. Onlar, velilerini şehitlikleriyle onurlandırdıkları gibi, biz de onların adını davranışlarımız ve eylemlerimizle yüceltmeliyiz. Şehidimizi değerli kılmalıyız ki, başkaları da ona değer versin. Tüm şartlarda devletin ve vatanın yanında olmalıyız. Evlatlarımız bu devletin ve vatanın yolunda şehit düştüler, canlarından geçtiler. Şehitlerimiz canlarını, gazilerimiz bedenlerinden parçalarını verdiler. Biz güçlü olmalı, dimdik durmalıyız ki, şehitlerimizin ruhu her zaman bizden razı olsun.”
Bu yazdıklarım, Emre’nin 22 yıllık hayatının yarım kalan hikayesinin sadece bir kısmıdır.
Arlı ailesiyle, yani Emre’nin annesi Emine Hanım, babası Şaban Bey ve kız kardeşleri Elif ve Hilal’le sohbet ederken bir kez daha şunu fark ettim:
Şehit annesinin kalbi başka atıyor; gözleri hasretle dolup oğlunun döneceği yola bakıyor. Şehit annesi sadece gülümser; içten gülmez. Şehit annesinin nefesi evlat kokar. Şehit annesinin bayramı, evladı rüyasına geldiği gündür; başka bayramı yoktur. Şehit annesi kimseden hiçbir şey beklemez; sadece şehidine gösterilen ilgi, sevgi ve saygı yeter. Şehit annesi, evladının tanınması için gecesini gündüzüne katar. Şehit annesi kapı çaldığında evladının geldiğini düşünür. Telefon çaldığında arayanı evladı sanır.
Şehit babası ne kadar güçlü durmaya çalışsa da, evlat hasretinden beli bükülür. Şehit babası, evladından bir nefeste bahseder ve doyamaz. Şehit babası, evladını onun arkadaşlarının anılarında yeniden bulur; bu anılarla uyur, bu anılarla nefes alır.
Şehit kardeşinin gözlerinin silinmez bir özlemin adresi olduğuna şüphe yoktur. Şehit kız kardeşi, ağabeyi hakkında yanarak anlatır. Şehit kız kardeşi, abisiyle son görüşüne sarılarak yaşar. Şehit kız kardeşi konuşur, ama kalbi “kardeş, kardeş” diye inler. Şehit kız kardeşi güler, ama kalbi kan ağlar.
Şehit evlatlarının evinde, çocuğunun arzuladığı gelin odası müzeye dönüştürülür; evladının kokusunu, eşyalarından alınır.
Evet, şehit ailesi olmak onurlu ve gururlu bir görevdir. Bu görevi taşımak, acıyı kalbinde keder torbası yaparak yaşamak demektir.
Özgeçmiş:
Emre Kaan Arlı, 24 Nisan 1993’te Samsun’da doğdu. Ailenin ilk ve son erkek çocuğudur.
1999 yılında Körfez Yeniyalı Fahri Korutürk İlkokulu’nda ilk eğitimine başlar. Ortaokul öğrenimini Yarımca ve Uluğbey Ortaokullarında sürdürür, Derince’deki Mevlana Ortaokulu’nda tamamlar. Bu dönemde, annesinin yoğun çalışma temposu nedeniyle iki buçuk yıl yatılı Kur’an kursunda eğitim görür.
Körfez Anadolu Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi’nin Elektrik-Elektronik bölümünden mezun olur. Üniversite eğitimine Kocaeli Üniversitesi Meslek Yüksekokulu Mekatronik bölümünde başlar.
Üniversiteyi bitirmeden askerlik başvurusu yapar ve eğitimini dondurarak askere gider.
2015 yılında Manisa Kırkağaç eğitim kampına gönderilir ve ardından Siirt-Şırvan’da makineli tüfekçi olarak görev yapar.
Vatan borcunu şerefle yerine getiren Emre Kaan, 19 Ağustos 2015 yılında Siirt Pervari’de teröristlerin bombalı saldırısı sonucu kahramanca ŞEHİT olur.
ŞEHİT Emre Kaan Arlı’nın hatırasının yaşatılması için birçok çalışma yapılmıştır.
Samsun’un Kavak Mahallesi’nde belediye tarafından bir sokağa Emre’nin adı verilmiştir.
Bunun yanı sıra İzmit’te bir spor salonuna, Sağlıklı Yaşam Merkezi’nin İzmit şubesine, Çayırova Mahallesi’nde bir sokağa, Mersin’de bir okulun kütüphanesine, Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından Kavak Mahallesi Atayurt Köyü’ndeki Sosyal ve Kültürel Merkez’e, İzmit Yalıhüyük Mahallesi’nde bir Sevgi Evine ve Siirt’in Şirvan Mahallesi’ndeki bir çeşmeye Emre’nin adı verilmiştir.
Mekale Azerbaycan basınında farklı sitelerde ve “Bütöv Azerbaycan” gazetesinde (14.02.2025-07.03.2025) yayınlanmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 


Yazarların Yazılarından Doğan Olumsuzluklar Yazarlara Aittir!

Oltu Taşı İşçileri Endişeli, Halk,işciler Merak Ediyor

Ulaştırma Bakanlığı Uçak sayısı artarken Uçak fiyatlarında indirim?

OLTU Orman Köylerine Verilen Teşvikler

DSİ 8. Bölge Müdürü Oğuzhan Yavuz’u,Oltu heyeti ile ziyaret.

Mevlam

Dünya ‘da Bu zülmü Durduracak Hiç mi Bir MÜSLÜMAN DEVLETİ Kalmadı????

'Nüfuz genişletme' mücadelesi yaşanıyor.

Pakistan'da İmran Han'ın destekçileri protesto düzenledi

Yağışlarda son 3 günde en az 50 kişi öldü

Mısır'da döviz likidite sorunu yerel para birimini yeni bir dalgalı kur sistemine geçirir mi?

LİG TABLOSU

Takım O G M B Av P
1.Galatasaray 4 4 0 0 12 12
2.Trabzonspor 4 3 0 1 3 10
3.Göztepe 4 2 0 2 5 8
4.Konyaspor 3 2 0 1 6 7
5.Fenerbahçe 3 2 0 1 4 7
6.Samsunspor 3 2 0 1 2 7
7.Antalyaspor 4 2 2 0 0 6
8.Gazişehir Gaziantep 4 2 2 0 -4 6
9.Alanyaspor 3 1 1 1 1 4
10.Eyüpspor 4 1 2 1 -3 4
11.Beşiktaş 2 1 1 0 -1 3
12.Fatih Karagümrük 3 1 2 0 -4 3
13.İstanbul Başakşehir 2 0 0 2 0 2
14.Kayserispor 3 0 1 2 -4 2
15.Kocaelispor 4 0 3 1 -4 1
16.Rizespor 3 0 2 1 -5 1
17.Kasımpaşa 3 0 3 0 -3 0
18.Gençlerbirliği 4 0 4 0 -5 0

YAZARLAR